Kayıtlar

Gustolvoya Mektup Dört

 Sevgili dostum Gustolvo, sana bu satırları yazarken ocakta kaynayan pürçüklü (şeker pancarı) buharını ciğerlerime çekiyorum. Keşke burada olsaydın; iki dilim pürçüklü yer, tüm mahallenin gıybetini yapar, avuç avuç günahlarına girerdik. Ah güzel dostum, artık buralar o kadar değişti ki kendimi tanımakta bile zorlanıyorum. Emperyalist olmama ramak kaldı. Bu yalnızlık, beni emperyalist sistemin kölesi yapmaya zorluyor. Yalnızlığımla baş etmek için kickboks kursuna yazıldım. Yalnızlık buhranı üzerime çöktüğünde, hilal tekmesi taktiği ile savuşturuyorum. Belki hilal bıyıklarımız olmadı ama hilal tekmeden de mahrum kalmadık.  Geçen cuma camide terk edilmiş sivri burun bir kundura buldum. Ona bakınca kendimi gördüm; hemen kucakladım, aldım eve getirdim. Buram buram ben kokuyordu kundura. Burnunun sivri tarafından öpüp kokladım, güzelce yıkadım. İnsan bir kunduranın hayatına dokunamayacaksa, neden yaşar ki? Aziz dostum, son günlerde o kundura ile hayata tutunuyorum. Her şeyi onunla y...

Gustalvoya Mektup Üç

 --- Arsız bir Salı akşamı, çiğ köfte leğeninin içinde oturmuş hayatımı sorguluyorum. Leğenin altı hafiften delinmiş, hayatım gibi sızdırıyor. Tepemden aşağı isot gibi dökülen geçmişim, burun deliklerimden ciğerime doğru ilerliyor. Arsız bir Salı akşamı, çiğ köfte leğeninde kayıp giden zamanı sorguluyorum... Hayatımda ilk defa üstüm başım bu kadar baharatlı bir melankoliye bulanmış durumda. Kafamda hâlâ tek soru: “Acının acısı olur mu?” Artık her Salı bir ritüel gibi oldu bu. Leğenin içine oturmadığım zaman, kendini hâkim, savcı, asker, polis olarak tanıtanlara emekli ikramiyesini kaptırmış Salih Öğretmen gibi hissediyorum. Tansiyonum düşüyor, midem gurulduyor, ruhum çekirdek kabuğu gibi kırılgan hissediyor. Kafamda sürekli aynı ses yankılanıyor: “Ya leğen başa, ya kuzgun leşe...” Hatırlar mısın aziz dostum Gustalvo, siz buraları terk etmeden önce her Salı toplanır FIFA 2007 atar, günün sonunda Ali Lukunku röveşatası denerdik kırlentlerle. O zamanlar kırlentler top, televizyon saha...

Ölüme Beş Kala

 --- Her gece aynı şey. Beynimin arka odasında ölüm geziniyor. Ayak seslerini duyar gibi oluyorum, ama gelmiyor. Belki de ben ona fazla anlam yüklüyorum. Kim bilir... Ölüm mü benimle dalga geçiyor, ben mi kendimle? Nasıl öleceğimi düşünüp duruyorum. Yaşayamadığım hayallerimle ölümümü süslemenin bir yolu var mıdır acaba? Büyük ihtimalle evimin mutfağında ölüp kalacağım. Günler sonra bulacaklar cesedimi. Kokum bütün apartmana yayıldığında akıllarına geleceğim. Nefes alırken kimsenin çalmadığı kapımın önü insan seli olacak. Çilingirle zorlayacaklar ahşap kapıyı cesedime erişmek için. Daireme giren insanlar burunlarını kapatacak. Bedenimin yaydığı kokudan iğrenecekler. Kokunun merkezine, mutfağa geldiklerinde bardakta buz gibi olmuş bir çay karşılayacak onları. Kas katı kesilmiş bedenime bakacaklar. Morarmış yüzüme göz atıp kafalarını çevirecekler. Tıpkı yaşarken yaptıkları gibi... Yine bana bakıp başlarını çevirecekler. Büyük ihtimalle en sevdiğim kitabım olacak ellerimde. Acaba hangi...

İsyanım Var Muhtar

 Firik pilavını firiksiz yaptığım için sokağımdan sürgün edilmek bana biraz ağır gelmişti. Bu mahallenin katı kuralları yüzünden benim gibi nice insan ya sürgün edildi ya da “faşist” iftirası atılıp içeriye attırıldı. Bu mahallenin kendi hiyerarşisi var. Bir firik yüzünden sürgüne gönderilmeyi asla hak etmedim. Sırtımda 38 kilo bavul, elimde bir tencere firiksiz pilavla, ıssız bir parkın kaydırağında oturmuş zırıl zırıl ağlıyordum. Bana en çok koyan, kendi düdüklü tenceremin kapağıyla beni dövmeleri olmuştu. Ya düdüğü boğazıma kaçsaydı? O zaman bunun hesabını kim verecekti? Düşündükçe ağlıyorum, ağladıkça kaşık kaşık pilav yiyorum. Oysaki ne güzel yaşayıp gidiyordum. Keşke üşenmeseydim de o firiği gidip alsaydım. Vakit epey geç olmuştu ne kadar süredir burdayım bilmiyorum. Kafama aldığım darbeler zaman algımı yok etmişti. Birazdan horozlar ötmeye başlayacak ama ben hâlâ parkta oturmuş, salıncakta sallanarak başıma gelenleri hazmetmeye çalışıyordum. Belki de pilavı hazmetmek için uğ...

Beş Liralık Edebiyat

 Az önce yastığın altında on lira buldum. Bir anda içimde Lorke çalmaya başladı. O kadar mutlu oldum ki, sanki milyoner dayım beni mirasına ortak etmiş gibi... Gerçi bizim ailede en zengin dayı, çakmak koleksiyonu yapıyor. Kahveden yürüttüğü ışıklı çakmakları evi aydınlatmak için kullanıyor. On liranın bir insanı bu kadar mutlu etmesi normal bir şey miydi? Sanki ters giden bir şeyler var gibiydi. Aradan çok zaman geçmeden, gerçek tokat gibi enseme oturdu. Biz fakirdik… Hatta fakir bile değildik. Biz fakir bir hayat sürmüyoruz, fakirlik bizim keyfimizi sürüyor . Fakirlik bizi evlat edinmiş. Nüfusuna kaydettirmiş. Hatta zaman zaman bize, “Oğlum cebine üç beş kuruş koy da rezil olma,” bile diyor. Fakir olmak için bile çok fakir olduğumu anladım.   Biz öyle bir fakiriz ki… Arada sabahları tost makinesini hiç bişey koymadan çalıştırıyoruz. Duman çıksın da komşular ‘tost yapıyorlar’ sansın diye... Fakirlik bizi bir cüzdan gibi cebinde taşıyor. Belki lazım olur diye... Biz de o...

Gustalvo'ya Mektup 2

 --- Aziz dostum Gustalvo, Öncelikle selam eder, azı dişinden öperim. Şaka la şaka, azı dişi öpülür mü? Buralar “bildiğin gibi” demek isterdim ama diyemiyorum. Buralar çok değişti, aziz dostum. Giderken ardında bıraktığın o masum sokak artık eskisi gibi değil. Günahlara bezendi; boy boy, çeşit çeşit, desen desen envai çeşit günaha battı. Yetmediği yerde komşu sokaklardan günah ithal etti yine battı. Komşularımız da birer birer göç etti bu günah dolu sokaktan. Giderken bir “hoşça kal” bile demediler. Sadece bu sokağı bana emanet edip gittiler... Seninle vedalaştığımız gün, bu sokakta hâlâ umut vardı. Hatırlıyor musun? Yol kenarında boş leblebi poşetleri, trafo direğinin dibinde yarım kalmış çocukluk şarkıları... Biz bu sokağa öylece veda edemezdik. Etmedik de. Ben ve Rahmi Abi yemin etmiştik: “Bu sokak bizimle ayakta kalacak.” Ama sokak bizden önce çöktü, Gustalvo... Benle Rahmi Abi sana söz vermiştik: Ne olursa olsun bu sokağı koruyacak, bedenimizi amansızca siper edecektik. Yapama...

Arayış

 Bazen kendimi, Katolik bir şairin mısralarında sıkışıp kalmış, fütursuzca kıblesini arayan bir mümin gibi hissediyorum... Bir elimde bozuk bir pusula, diğer elimde dibi delinmiş bir ibrik. Ne kıbleyi bulabiliyorum ne de ibriği doldurabiliyorum. Ayaklarım, hangi yöne yürürse yürüsün, aynı çöle saplanıyor sanki. Gökyüzü, sabit bir kilim gibi üstüme serilmiş; ne yıldız kayıyor ne güneş doğuyor. Her adımda, hem yönümü hem de niyetimi biraz daha yitiriyorum. Zaman, elimde avuçladıkça kumlaşıyor; sesim, içimde yankılanan eski dualara karışıyor. Bütün işaretler silinmiş, bütün haritalar körleşmiş gibi. Ne bir iz bulabiliyorum ne de kaybolmaya cesaret edebiliyorum. Sanki varlığım, unutulmuş bir su kuyusunun dibinde, yankısını bile unutan bir ses parçası gibi titriyor. Bu uçsuz bucaksız çölde zaman algımı kaybediyorum. Ne kadar zamandır buradayım, bilmiyorum. Bu sinsi çölde kaybettiğim sadece zaman değildi. Ruhumun avuçlarımdan kayıp gittiğini hissediyorum. Direndikçe daha derine saplanıyo...