Beş Liralık Edebiyat

 Az önce yastığın altında on lira buldum. Bir anda içimde Lorke çalmaya başladı. O kadar mutlu oldum ki, sanki milyoner dayım beni mirasına ortak etmiş gibi... Gerçi bizim ailede en zengin dayı, çakmak koleksiyonu yapıyor. Kahveden yürüttüğü ışıklı çakmakları evi aydınlatmak için kullanıyor. On liranın bir insanı bu kadar mutlu etmesi normal bir şey miydi? Sanki ters giden bir şeyler var gibiydi.


Aradan çok zaman geçmeden, gerçek tokat gibi enseme oturdu. Biz fakirdik… Hatta fakir bile değildik. Biz fakir bir hayat sürmüyoruz, fakirlik bizim keyfimizi sürüyor . Fakirlik bizi evlat edinmiş. Nüfusuna kaydettirmiş. Hatta zaman zaman bize, “Oğlum cebine üç beş kuruş koy da rezil olma,” bile diyor. Fakir olmak için bile çok fakir olduğumu anladım. 


 Biz öyle bir fakiriz ki… Arada sabahları tost makinesini hiç bişey koymadan çalıştırıyoruz. Duman çıksın da komşular ‘tost yapıyorlar’ sansın diye...



Fakirlik bizi bir cüzdan gibi cebinde taşıyor. Belki lazım olur diye... Biz de onun yancısı olmuşuz, kahvede oturup sessizce “Belki oralet ısmarlar,” umuduyla bekliyoruz. Beklemekten değil... Ama işte, oraletin bu kadar zor ulaşıldığı bir dünyada, lüks bir hayal kurmak bile karın ağrısı gibi. O kadar fakiriz ki, ishal olmayı unutmuşuz. Mideyi bozmak için önce bozacak şeyleri yemek lazım. Biz “mideyi bozmak” ne demek bilmeyen insanlarız. Mide alışmış yılardır hep aynı şeyleri öğütüyor. Ekmek arası ekmek...


Bizim isimlerimiz tarihe altın harflerle yazılmaz, onun yerine mahalle bakkallarının veresiye defterlerini meşgul eder. Bir lokantaya oturup fiyat listesine bakmadan sipariş vermek gibi basit hayallerimiz olur mesela. Garsona gönül rahatlığıyla “Karışık ızgara” diyebilmek...

Ama diyemiyoruz. Çünkü “karışık” kısmı bizde sadece duygusal.

Ay sonunu dert etmiyoruz. Çünkü maaş günü diye bir şey yok bizde. Ayın başı, sonu, ortası... Hepsi aynı: Eksi bakiye. Para bizi hiç bulmuyor, bulamıyor abi. Paranın navigasyonunda bizim konumumuz ekli değil...


Dönerin son lokmasıyla ayranın son yudumunu denk getirmeyi yetenekmiş gibi övüne övüne anlatırız mesela. Aslında sadece kendimizi avutuyoruz; ikinci bir ayranı ekstra lüks masraf olarak gördüğümüz için tek ayranla bütün işi çözüyoruz. Gerçi tavuk döneri kendimizi şımartmak için ayda yılda bir yiyoruz, o da ayrı bir fakirlik. Hani bazen birisi hakkında “Bunun sağı solu belli olmaz,” derler ya... Hah, işte kimse bu cümleyi bizim için kurmaz. Bizim sağımız, solumuz, önümüz, arkamız... her yanımız fakirlik. Fakirin en koyu tonunu kullanmış ressam, bizim hayatımızı çizerken...


– Fakirlik...


– Muhittin abi yeter! Yirmi lira eksik vereceksin diye burada Shakespeare’e döndün. Abi zaten bir tıraş oluyorsun, otuz sekiz bardak çay içiyorsun. Fakirliği anlatıyorum ayağına üç dal sigara, dört bardak çay içtin. Abi ben sana bir daha buraya tıraş olmaya gelme demedim mi?


– Akif, ben çocukken babana tıraş oluyordum, şimdi sana. Konu senle baban değil, bu dükkân. Benim bu dükkânla özel bir bağım var. Yapamıyorum. Bu dükkândan başka yerde tıraş olduğum zaman kendimi soyulmuş gibi hissediyorum.


– Abi, çok normal bunu hissetmen. Sen hâlâ 2008 tarifesi üzerinden tıraş olacağını düşünüyorsun. Abi yıl olmuş 2025, arada bir takvime bak.


– Muhittin... Fakirlik insanın yüreğine bir kere işledi mi, iflah olmuyorsun. Fakirlik...


– Alo, Şerife yenge! Gel şu kocanı al, müşterileri korkutuyor. Yenge, bir daha tıraşa gelecek olursa ben sana tıraş parası veririm

, başka berbere götürün.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Protein Zehirlenmesi

Alın Yazısı ve Nem Teorisi

Gustalvo'ya Mektup