İhanetin terliği

 Cumartesi akşamı Preveze Deniz Savaşı'ndan çıkmış halimi biraz toparlamak için Berber Nebi’nin dükkanına uğradım. Kalfası Bozo (Coşkun) çırak iken ilk beni tıraş etmişti. Abartmıyorum, ikindi ezanında başlamış yatsı ezanında bitirmişti. O günden bu yana ondan başkasına tıraş olmadım. Sadakatin sorgulandığı bu günlerde sadakat elçisi gibi hissetmemek elde değil. Nebi abiyle klasik bağırmalı çağırmalı selamlaşmadan sonra berber koltuğuna oturdum. Meşefe dedikleri örtüyü deli gömleği gibi üzerime attılar. Saçlarımın nasıl kesilmesi hakkında hiçbir şey söylememe gerek yoktu. Zaten ne desem de kendi kafasına göre beni bir şeylere benzetmeye çalışırdı. Ben de zaten ne zaman berber koltuğuna otursam gözlerim hafiften düşmeye başlar kısa süre içinde uyurdum. Yine uyumuş olmalıyım ki kendimi yedi yaşında banyoda sandalyenin üzerinde üzerimde meşefe ile buldum. Babam elinde milattan kalma tıraş makinesi ile saçlarımın üzerinde berberlik denemeleri yapıyordu. Kapının önünde abimler bana bakıp gülüyorlardı. Sanki evde tek kabak olacak benmişim gibi karşımda Erol Taş gülüşü atıp duruyorlardı. Babamın sayesinde dokuz yaşına kadar saç taramanın nasıl bir his olduğunu öğrenemedim. Yaz-kış kabak olarak takıldım ortamlarda. Saçlarım gözyaşlarıma bezenip banyo fayansına şılap şılap diye düşüyordu. Berberlik operasyonu bittiğinde kafamı ilk şaplağı babamdan yedim. Çocukken kafaya atılan bu şaplağı selamlaşma sanıyordum. O yüzden arkadaşlarımla selamlaşırken kafalarına pata küte vururdum. Banyo fayansındaki saçlarımla vedalaşıp uyumak için yatağıma girdim. Tokatın acısı ile saçlarımın özlemi narkoz etkisi yapmış olsa gerek hemen sızmışım. Sabah annemin kollarında buldum kendimi. Sallayarak beni uyandırmaya çalışıyordu. Kalktım, mavi önlüğümü giydim ve yine o dört duvar arasına gitmenin hüznünü yaşamaya başladım. Kafamın kabak olmasından dolayı kapısı, penceresi açık ev gibi ceyran yapıyordu hava. Beni her sabah okula nenem götürürdü. Okul hemen evin karşısındaydı ama yine de o götürürdü. Çünkü aileme göre sicilim Pablo Escobar kadar kirliydi. Sürekli okuldan kaçardım. Nenem elimden tutmuş kesimhaneye götürülen koyunlar gibi sürüklüyordu beni. Nenemin elinden kayıp gitmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu. Okulun kapısına on onbeş metre kadar bi mesafe vardı. Sürekli terleyen ellerimin yardımı ile vita yağı gibi kaydım nenemin nasırlı avuçlarından. Topuklarım götüme davula inen tokmak gibi çarpıyordu. Bu hızla bizim sokağa giremezdim. Çünkü nenemin elemanı olan halam sokağın başında kollarını açmış beni boğmak için fırsat kolluyordu. Hemen alt sokağa daldım. Nenem maraton koşar gibi peşimden koşuyordu. Arkamdan koşarken "Gel buraya babasının sekkalini (sakalını) yolduğum" naraları atıyordu. Sokaktakiler şaşkın şaşkın bizi izliyorlardı. Hemen hemen her sabah yaşanan bu sahneye bir türlü alışamamışlardı. Sokağın sonuna şöyle bir baktım, az bir mesafe vardı. Eğer sokağın köşesini dönersem nenemin buruşuk ayakları pes eder peşimi bırakırdı diye düşündüm. Güneş tam tepeden kafama vuruyordu. Kafamda kırılmaya uğrayan güneş ışıkları izleyenlerin gözünü kamaştırıyordu. Yüzümde hafif tebessüm oluşmaya başlamıştı ki oda ne Fırıncı Cahit sokağın köşesinde kalfasını çırağını almış, yolumu kesmişti. Nenem de elli metre kadar gerimdeydi. Hafiften yavaşladım, kafamda bir şeyler kurmaya başladım. Bu Cahit dediğim gözü benli arkadaş birkaç kez beni yakalayıp neneme teslim etmişti. Mükâfat olarak nenem müşterisi olmuş her sabah ekmeğini ondan almaya başlamıştı. Resmen bir kilo ekmek için beni satıyordu Cahit. Artık yolun sonuna gelmiştim, pes etmek üzereydim. Sonra birden aniden kalfası pakmaya Ahmet aklıma geldi. Pak maya Ahmet'in gözleri bir tık bozuktu. Bunu koz olarak kullanıp nenemin turan taktiğinden kurtulabilirdim. Güneşin geliş açısını hesapladım, kafamı o açıya doğru hafif çevirdim. 

Kel kafamda kırılan güneş ışıklarını pakmaya Ahmet'in gözlerine doğru yolladım. Olmuştu, Ahmet kamaşan gözlerini hamurlu elleri ovuşturmaya başlamıştı. Ben de Cahit ile nenemin avel bakışları arasından freni patlamış damperli kamyon gibi fırlayıp geçmiştim. Artık nenem beni yakalayamazdı. Mutluluk gözyaşları içerisinde caddeden aşağı koşarken dut ağacının arkasından annem fırladı. Göz göze geldik. Yapma insan evladına kıyar mı hiç der gibi bakıyordum annemin gözlerinin içine. Annem ayağındaki terliği yavaşça eline aldı ve beni tek hamlede yayla kekliği gibi avladı. Yere serilmiştim, canım yanıyordu ama canımı yakan terlik değildi. Annemin ihanetiydi. Kendime geldiğimde nenem ile Cahit’in birbirlerini tebrik ettiğini gördüm. Anneme ağlamaklı gözlerle bakıp sadece neden diye sormak istiyordum. Her şey bitmişti, zafer yine nenemindi. Ama bu bir son değildi. Denemelerim hız kesmeden devam edecekti. Kulağımda nenemin eli, ayaklarım yerden kesilmiş şekilde okula giderken bir anda Nebi’nin sesi ile kendime geldim "Saatler olsun (sıhhatler olsun) kabak" diyordu. Aynaya baktığımda şaşkın bir kabak gördüm ve ilk şaplağı bu defa babam değil Nebi atmıştı.

Yorumlar

  1. 10 lira versem ben de şaplak atabilir miyim adsfghjklşişjf

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yirmi liraya olur ekonomi kötü on liraya olmaz zkkdkd

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Protein Zehirlenmesi

Alın Yazısı ve Nem Teorisi

Gustalvo'ya Mektup